Zaten birçok sorunda kurtarıcı bir bağlaç. Bir olayı açıklarken, onu daha önceden bilinen bir çerçeveye zaten aracılığıyla bağlıyoruz. Önceki durum bilindiğinden, yeni olguyla eski durum arasında kurulan özdeşlikle, bize fazla bir sıkıntı düşmeden işin içinden çıkıyoruz. Zaten iki durumu birbirine eşitliyor. Artık yeninin açıklanması için ayrıca ek bir çabaya gerek yoktur. Zaten sözcük anlamı olarak kendinden demek. Bu durumda, bir olayın nedeni olarak olayın doğrudan kendisi gösterilmektedir. Bir olay kendini ne kadar açıklarsa.
Bir olayı açıklamak için ise önce onu anlamak gerekir. Başkaları için de açık hale getirmek demek olan açıklamak sonra gelir. Ancak anlamak doğrudan nesnede olguda içerili olan bilginin ve onu kavrayacak biçimde donatılmış bilincine aktarılması olarak tanımlanırsa, bilgi sürecinin karmaşıklığı göz ardı edilmiş olur. Kuşkusuz ki nesnel süreçten insana doğru gelen bir algı verisi, duyum etkisi vardır. Ama bu her insanda başka sonuçlara yol açar. Nesneden yansıyan etki bilginin bir yanıdır. İnsan bilinci bilme sürecinin etkin öğesidir. Bilgi hem tekil düzeyde hem de insanın bugün içinde bulunduğu evreye bağlı olarak koşullanmıştır. Bilgi nesne- den bilince yansıyan ve doğrusal bir gelişme çizgisi izleyen bir özellik göstermez. Bilgi sürecini bilincin de bu belirleyici rolü nedeniyle anlamlandırma sü- reci olarak tanımlamak daha doğru olur. Anlamlandırma eylemi bir kavramlar, değerler ve doğrultular sistemi varsayar. İnsan nesneye, olguya her zaman bir yargılar sistemiyle yaklaşır. Karşısına çıkan yeni durumu bu sistemle ya uyumlandırır ya da yadsır. Dolayısıyla açıklamak nesnedeki süreçleri daha önce bilinenlere bağlamak, anlamlandırmak ve bir iletiye dönüştürüp başkalarının da bilgisine sunmak, aynı değerler sistemine seslenmek demektir.
Bir olguyu açıklamak, onu kendinden daha geniş bir bütünün parçası olarak göstermek; iç öğelerini, temel bileşenlerini belirleyerek aralarındaki sürekli ilişkileri saptamaktır. Ama daha da önemlisi olguyu bir zamana yerleştirmektir. Zaman değişimi içerir. Bu aralıkta öğeler arası konumlar, sıralamalar değişir ve sürece yeni öğeler katılır. Zaten bağlacı her şeyin geçmişte olup bittiği inancını temel alan bir araçtır. Gerçek geçmişte oluşmuştur, bugünün ancak anlaşılması olanaklı olabilen temel verisidir.
Geçmiş gerçeğin alanıdır. Zaten de bugündeki her olayı geçmişteki asıl yerine yollar. Geçmiş bizim bildiğimiz bir dönemdir. Dolayısıyla kendimizi güvencede duyduğumuz bir alan. Çünkü öncelikle geçmişte bizim yerimiz bellidir. Hoşnut olmasak bile, en azından bir olumsuz olasılıktan söz edilemez. Yeni baştan sıralamaya girme sorunu yoktur. Bu nedenle, bizim de konumumuzun güvenli oldu- ğu geçmişi bir bütün olarak korumak isteriz. Sistemi bozacak bir örneği engellemeye çalışırız. Çünkü istisnalar her şeyi, bütün kuralları bozar. Her olgu var olan yapılarla uyumlu bir gelişim çizgisine sa- hip olmalı, öngörülen aralıkta hareket etmelidir. Sınırı aşma eğilimleri ise zaten aracılığı ve indirgeme teknikleriyle geçmişleştirilmelidir.
Oysa karşımıza çıkan olguların yeni yönlerinin olmadığını kanıtlamak gittikçe güçleşiyor. Birçok olgu bütün başlangıç koşullarını aşan sonuçlara yöneliyor. Bazen beklentileri de aşan açınımlar kazanıyor, bazen de tersine yozlaşıp özelliklerini yitiriyor. Ama olgular gerilediklerinde bile kendiliklerinden alandan çekilmiyorlar. Hiçbir olgu bütün yaşam gizilgücünü tüketmeden alandan düşmüyor. Varoluş nedenini yitirdiğinde, kenardaki öğelerle ikincil işlevler için bağlantılar kuruyorlar. Etkileri sürekli azalsa da alandan çekilişleri birdenbire değil, bir erime biçimindedir.
Zaten, bir olayın nedenini kendine bağlıyor. Bu ise neredeyse bir ilk kurgu ve ilk hareket anlayışının ürünü. Bu yaklaşımı mantıksal sonuçlarına kadar izlediğimizde varacağımız yer, her noktanın bir öncesi bir geçmişi olduğuna göre, bir ilk başlangıç noktasıdır. Bütün bir geçmiş bir başlangıç anına sıkışır. Öte yandan bu an geleceği de tümüyle içerir. Geçmişle bugünü özdeşlemenin asıl sakıncasını ise, yaşamı değiştirme olanağının değerlendirilememesi oluşturur. Bugünün geçmişten farkı, duruma müdahale etme yeteneğine sahip bilinçli öğenin varlığıdır. Bugünkü eylemine temel oluşturacak biçimde geçmişi anlamlandıran da bu öğedir. Değişim, eğer istenilen sonuçlara vardırılmak umuluyorsa, sürecin üstüne çıkan bir iradeyi gerektirir. Böyle düzenleyici bir etki olmazsa, akışın bir önceki evrenin hazırladığı kanallarda gerçekleşmesi, beklenmedik bir gelişme sayılmalıdır.
Yinelenmeyi olanaksız kılan sürekli yeni öğelerin devreye girmesidir. Bu nedenle değişim bir bakı- ma kendi kendini doğurur. Her ürün daha sonraki sürece onu daha açan bir etken olarak katılır. Böylelikle değişim kaçınılmaz bir nitelik kazanır. Ama başından sonuna kurgulanmazsa yine de yetersiz karşılanabilir. Öte yandan yenilik de her şeyin baş- tan aşağı değişmesi anlamına gelmez. Bu olgunun gidip, yerine ideal halinin gelmesi beklenmemelidir. Değişimde birçok öğe geçmişten devralınır. Ama bugün ve gelecek için eldeki toplamı etkileme olanağı vardır. Zaten ise bizi yalnızca geçmişe götürür, müdahale şansı kaçırılır, elde dönüştürülemez bir birikinti kalır.
Biz daha çok iki aşamalı, neden sonuç ilişkisiyle bütünlenen süreçler tanımlama eğilimindeyiz. Ama her olguya bir neden aramak, verili bir düzen varsayımına dayanır. İnsan sürekli olarak eylemine temel olacak bir düzlem oluşturmaya çalışır. Çünkü zamanının dolayısıyla gücünün sınırlarını bilir. Yaşamını yeniden üretmesi çok çeşitli olasılıklar arasında çok iyi tanımlanmış ilişkilerde ve süreçlerde gerçekleşmelidir. Yaşamın güvencelenmesi, hem iç ilişkilerin hem de içinde yer alınan koşulların düzenliliğine bağlıdır. Gelişme de ancak böyle olanaklıdır. İnsanın yeni gereksinimleri eşliğinde çevresi genişlerken, öncekilerin karşılanması oto- matiğe geçirilmiş olmalıdır. İnsan, gücü ve zamanının sınırlılığından olmalı, boyuna başka yollar ve kanallar arar. Yeni açılımlar oluşturur. Bu kendi için yaşamsal olan düzenlilik özelliğinin, nesnede de olduğu düşüncesine kadar gider. Ama düzenliliğin de temeli olan nedenselliği, maddeyi baştan başa geçen bir eksen sayamayız. Bu ilişki bütün süreçleri tarayacak bir potansiyel taşımaz. Elbette bir bütünü oluşturan parçalar arasında sürekli, yapısal bağlar vardır ve sıralanma, konumlanma da böyle bir ilişki biçimidir. Bunlardan kimileri daha kalıcı nitelik taşırlar. Onlara yaklaşanların amacına göre bir engel ya da bir olanak olarak değerlendirilebilirler. Yine bu bağlamda çeşitli önem sıralarında yer alabilirler. Herkes kendi yerini kendi gerek- sinimini temel alan bir sıralamayı geçerli kılmak isteyecektir. Üs- telik bu ilişkiler etkilenmeye de açıktırlar. Dolayısıyla gerçek olduğunu duyumsasak bile onları onaylamak zorunda değiliz. Tersine bilginin kendisi dahi bir değerlendirmeyi, birine göre ötekini yeğlemeyi içerir. Bu, bazen kendimize sağlayacağı yararların etkisiyle indirgemeci bir yaklaşıma da yol açabilir. Kimi ilişkiler böyle seçmeci bir tutumla öne çıkarılır, kimileri yok sayılır. Gittikçe bütün süreci tek bir ilişkiyle açıklamak yanılgısına sürüklenebiliriz. Uç noktada her şeyi tek bir nedenle açıklamaya kalkıştığımız bile olur. Bir sonuca ulaşan süreci, daha başından bu noktaya kurulmuş olarak tanıtmaya girişiriz. Bir başlangıç noktasında her şeyin “zaten” içerilmiş olduğunu kanıtlamak isteriz. İnsan bir olguyu kavrarken önce bir soyutlama yapmak durumundadır. İlkin olgunun ana öğeleri saptanır, özellikleri belirginleştirilir, keskinleştirilir. Bu sırada çevresinden koparılır, durağan biçimde algılanır. Temel ve ikincil öğeler tanımlanınca sıra bunlar arasındaki ilişkilerin belirlenmesine ve sıralanmasına gelir. Belirleyici ve ikincil derecede etkileyici ilişkiler ortaya konur. Bundan sonra ise aşama aşama olgu yeniden kurulmaya başlanır. En ince ayrıntısına dek düşünülerek yeniden üretilir. Asıl ulaşılması gereken de olgunun bu somut ve bilinmiş halidir.
Biz daha çok bilgi sürecinin soyutlama aşamasında kalıyoruz. Yalnızca temel öğelerin ve belirleyici ilişkilerin saptanmasının olgunun açıklanmasına yeteceğini sanıyoruz. Oysa gerçeklik gittikçe artan bir karmaşıklık gösteriyor. Biz ise tersine, yaşamın o belirleyici saydığımız ilişkisine inip yalınlaşacağını umuyoruz. Kafa karıştırıcı, önemsiz ve ikincil boyutların yitirilmesini bekliyoruz.
Bugünkü dünyayı ve üzerindeki yaşamı güneşten kopmayla ve güneşin dünyaya yolladığı sürekli enerjiyle ne kadar açıklayabiliriz? İnsanı oluşturan maddelerin su, karbon, azot ve kalsiyum olduğunu söylemek, insanı maddi bir varlık olarak ne kadar anlaşılabilir duruma getirir? İlk maddelerle ve durumlarla şimdi arasında milyarlarca yıllık çok karmaşık bir gelişme var. Ana maddelerin birbirleriyle ilişkileri ve kendi içlerindeki sonsuz çeşitlenmesi izlenmezse dikkate değer bir açıklamaya ulaşılamaz. Bu nedenle bir açıklamanın asıl yönü, ana öğelerden sonra bugüne doğru adım adım bütün ilişkileri, katları, ayrıntıları yeniden kurmak doğrultusunda gelişir. Bu yüzden bir açıklama çabası için indirgeme yerine, yükseltgeme tanımı daha doğru olur. Sorun temel öğelerden ve ilişkilerden yola çıkarak, en küçük ayrıntıya giden bir işlemler dizisi boyunca, olguyu yeniden düşüncede somutlaştırmaktır.
Zaten ise karmaşık ilişkileri, çeşitli öğeleri, özellikle de zaman içindeki değişmeleri, sürece yeni katılan etkileri göz ardı ediyor. Zaten ile öne çıkarılan belirleyici ilişki, olayın özü konusunda savı olan kişinin konumundan hoşnut olduğu ama geçmişte kalmış bir çerçevedir. Bu bir bakıma doğal bir savunma çabası sayılmalıdır. İnsan elbette her olayda, kendini yeni baştan ele alıp bir açınım geliştiremez, değişen ilişkiler bütününde yeni bir rol için mücadele edemez. Bu nedenle karşısına çıkan yeni durumu, önce bir zaten aracılığıyla kendi bütünselliğinde eritmeye çalışır. Bunu başaramazsa, bu kez onunla çatışmaya girişir ve onu dışlamak ister. Zaten ile geçmişe yerleşmeyen, kendi konumunun güvencede olduğu düzlemi yadsıyan olguyu görmezden gelir. Bundan sonra karşılaşacağımız olguların, daha öncekilerle kurduğumuz mantıksal çerçeveyle uyuşma zorunluluğu için, inandırıcı bir gerekçe ileri sürebilecek durumda değiliz. İnsan bu durumda, yeni olguyu da içeren bir bütünsel bakışa sahiptir ya da o var olan bütünlüğe sığmayacak özellikler taşımak- tadır. Bugüne dek oluşturulmuş yapıları hiçe sayan bu niteliklerin abartılmasından, keskinleştirilip öne çıkarılmasından korkmamalıyız. Ayrıksı yönlerin küçümsenmesi, zaten işlemcisi ile bir önceki temel ilişkiye geri dönüş, bugün ile o ilk arı durum arasındaki özdeşliği kurma girişimi bir çeşit tutuculuktur. Biraz da bu nedenle gelişme tümüyle yadsınmıyor.
Zaten insan yönünü geçmişe çevirir. Bunu bir ölçüde doğal da saymalıyız. Geçmişte birçok şey olup bitti. Geçmiş yaşanmış ve değiştirilemez olandır. Bugün yapabileceğimiz, eğer başarabilirsek, onu anlamak ve anlamlandırabilmektir. Geçmiş de bugünkü gereksinimlerinize bağlı olarak yeni anlamlar kazanmaya hazırdır. Geçmişin bu tamamlanmışlık savına karşın, değişim de varlığını inatla sürdürür. Geçmişte oluşmuş gerçekliğin bir parçası sayılması gereken bakışı- mızın doğruluğunun güvencesi, bu değişimle sürekli bir tehdit altındadır. Günümüz gerçeği nasıl geçmişte ve bugündeki insan eylemlerinden ve tercihlerinden oluşuyorsa, biz de tercihte bulunmak ve kendi gerçeğimizi üretmek hakkına sahibiz.
Geçmişten farklı olarak bugün ve gelecek, bizim de belirleyici bir rol oynayabileceğimiz uçsuz bucaksız bir alandır. Böyle bir olanağı iyi değerlendirmek gerekir. Bunun ilk adımı ise değişim onu hiçbir biçimde etkileyemeyeceğimiz aşamaya gelip daha bizi sürüklemeye başlamadan, zatenli ve indirgemeci açıklamalardan vazgeçmektir.
Zaten ise karmaşık ilişkileri, çeşitli öğeleri, özellikle de zaman içindeki değişmeleri, sürece yeni katılan etkileri göz ardı ediyor.
Comments